27 Mayıs 2015 Çarşamba

Bab-ı Esrar sorusu cevabı;

"İnsanoğlunun kulağı da,gözü de toprakla doludur.Arayıp durduğun hazineyi,görülmesi gereken inciyi sen,balçığa bulaşmış baş gözünden sorma!Sen onu gönül gözünden sor!"

 Dizelerden de anlayacağımız gibi insan aradığı bazı gerçekleri gözüyle görüp kulağıyla duyamayabilir.Çünkü bazı cevapları bulmak için duyu organlarımız yetersiz kalır,madde yetersiz kalır.İşte o cevapları bulabilmek için çok büyük bir maneviyat yani gönül gözümüzün açık olması gerekir.İnsan  gözü gördüğü görüntü kadar insan kulağı ise gelen ses kadar  bilir gerçeği.Oysaki gönül gözü görünenin,duyulanın ötesinde yatan el değmemiş gerçekliği görür.Onun ufku öyle geniştir ki,söylenenlerden duyulan ve görülenlerden öte arı olanı keşfeder.
ÜÇÜNCÜ KİTABIMIZ;EFRASİYAB'IN HIKAYELERİ



Siz hiç Anadolu’nun orta yerinde bir kasabanın sokaklarını Ölüm ile kol kola gezdiniz mi? Hiç Ölüm, sıradan bir misafirmiş gibi, sanki doğduğunuz günden beri beklediğiniz bir misafirmiş gibi rahatça gelip kapınızı çaldı mı? Peki, size hikâyeler anlattı mı? Dahası, ya siz de ona hikâyeler anlattıysanız?


IHSAN OKTAY ANAR

                                                    İHSAN OKTAY ANAR

İhsan Oktay Anar, 1960 yılında Yozgat'ta dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamladı. Lisans, master ve doktora öğrenimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynıüniversitede öğretim üyesi olarak görev yapıyor.
Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir.
İlk öyküsü "Kâfirler İçin Apologya" Nisan 1985'te Morköpük dergisinde çıktı. İlk romanı Puslu Kıtalar Atlası, Hulki Aktunç'un önsözüyle yayınlandı. Hulki Aktunç, Anar'ı "tarihlerden yeni tarihler, ülkelerden yeni ülkeler, kentlerden yeni kentler, kişilerden de yeni kişiler üreten bir ravi-yi ahbar" olarak nitelendirdi. Anar'ın yapıtlarının tarihsel romanlar olmaktan öte, tarihsel olandan yeni birroman çıkaran, diğer yandan da romanı yeniden tarihselleştiren yapıtlar olduğu belirtildi.
Kitab-ül Hiyel: Eski Zaman Mucitlerinin İnanılmaz Hayat Öyküleri adlı romanında, bir efsaneden yola çıktı. Efsanede, gücünü uzun saçlarından alan Samson'un yerine, gücünü aklından ve aklının gittikçe uzayan gücünden alan insanın trajedisi fantastik bir serüvenle işleniyordu. Kitabın ana teması olan bu konu, insanın doğaya hükmetme erkini eline geçirme ve dolayısıyla sonsuzluğa egemen olma tutkusuna dönüşen ussal çabasının, sonuçta insana mutluluk getirmemesi biçiminde özetlenebilir.
Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı yapıtı İngiltere'de 476 Oyuncuları tarafından sahnelendi.

KAYNAK:http://yandex.com.tr/yandsearch?win=127&clid=1989274&text=efrasiyab%27%C4%B1n%20hikayeleri
Kuyucaklı Yusuf ile ilgili dijital hikayemin linki aşağıda yer alıyor keyifli okumalar..
http://storybird.com/chapters/kuyucakli-yusuf/?token=qhegb8tbng

25 Mayıs 2015 Pazartesi

                                               İKİNCİ KİTABIMIZ;KUYUCAKLI YUSUF


Yusuf, Kuyucak'ta doğmuştur. Bir gün, köylerini haydutlar basmış, bütün ailesini öldürmüştür. Daha çocuk yaşta olan Yusuf bu olaydan sonra kimsesiz kalakalmıştır. Kazanın iyi yürekli kaymakamı köyde tek başına sefil hâlde kalan Yu­suf'a acımış, onu evlat edinmiştir. Bundan sonra Yusuf'a herkes doğduğu yerden ötürü Kuyucaklı Yusuf demeye başlamıştır.
Kaymakam, Yusuf'a babalık yapmaktadır. Kaymakam'ın Kuyucaklı Yusuf'tan az küçük Muazzez adında bir kızı vardır. Muazzez ve Yusuf kardeş gibi büyümeye başlarlar. İkisi aynı okulda okumaya başlar. Yusuf oldukça zekidir. Fakat küçük yaşta yaşadığı olumsuz tecrübeler, dış etkiler onu dış dünyaya karşı sert, acımasız yapmıştır. Bu yüzden okuyamaz. Bir yandan da kaymakamın eşi Şahende Hanım, Yusuf'a üvey annelik yapmakta, onu hiç sevmemekte, fırsat buldukça onu hırpalamaktadır. Bu ruh hâli içinde Yusuf büyür, yetişkin bir insan olur.
Yusuf büyüdükçe Muazzez'e karşı derin hisler beslemeye başlar. Muazzez onun üzerine titrediği bir varlık olur. Muazzez'i bütün kötülüklerden korumaya çalışır. Şahende Hanım'a hiç güvenmemekte, onun kızına dahi kötülük yapabileceğini düşünmektedir.
Yusuf ve Muazzez bir gün bayram yerine giderler. Kasabanın külhanbeyi, hovardalığıyla ün salmış Şakir, Yusuf'un yanında Muazzez'e laf atar, ona sarkıntılık yapmaya kalkar. Bunun üzerine Yusuf onu oracıkta döver.
Şakir, bunu hiç unutmaz. Çok zengin olan Muazzez'i elde ermeyi kafasına koyar. Çünkü her dediği olmuştur şimdiye kadar. Bir düzen kurar. Muazzez'in babası kaymakamla kumara oturur, onu borca sokar. Borcuna karşılık Muazzez'i ister ondan. Kaymakam mecburen kabul etmek zorunda kalır.
Bunu öğrenen Yusuf, bakkala gider. Kaymakamın borçlandığı parayı bakkaldan alır ve Şakir'e öder. Muazzez, bu se­fer de bakkalla evlenmek zorundadır. Düğün günü, Muazzez'i elde etmeyi kafasına koymuş olan Şakir, kaza süsü vererek bakkalı öldürür. Çok güçlü olduğu için ceza almaktan da kurtulur. Muazzez'in ailesine şantaj, baskı yoluyla Muazzez'i ver­melerini söyler.
Bütün bu gelişmeler olurken Yusuf içten içe Muazzez'i çok sevmektedir. Fakat fakir olduğu ve Şahende Hanım onu sevmediği için duygularını hiç dile getiremez. Sadece Muazzez'i kötülüklerden korumaya çalışır. Bir gün, Muazzez, Yusuf'a açılır. Onu çok sevdiğini itiraf eder. Yusuf çok şaşırır. As­la ümit edemeyeceği hayali gerçek olmuştur.
Şahende Hanım, bu durumu öğrenir. O, Yusuf'la evlendirmektense kızını zengin Şakir'le evlendirmeyi tercih etmektedir. Kızını Şakir'le buluşmaya zorlar. Bunun üzerine Yusuf ve Muazzez komşu köylerden birine kaçar ve orada nikahlanırlar.
Şahende Hanım, bunu hiç affedemez. İçi intikam arzusuyla dolmuştur. Kaymakam ise çok memnundur. Kendi elinde büyüyen Yusuf'un kızına iyi bakacağından emindir. Kaymakam, onlara yardım da eder. Damadına iş verir, evlerinin kurulmasına yardım eder.
Bir gün, kaymakam kalp krizi geçirir ve ölür. Yusuf'la Muazzez'in çok mutlu giden evlilikleri bunun üzerine gölgelenir. Onlara kol kanat geren kaymakam ölünce, Şahende Hanım ve Şakır içlerinde büyüttükleri kini kusmaya başlarlar. Yusuf'u gezici köy tahsildarlığına verdirirler.
Yeni kaymakam da Şakir ve Şahende'nin elinde bir ma­şadır. Yusuf gidince, Şahende evini içki ve eğlence merkezi yapar. Kızını da intikam hırsından dolayı fuhuşa iter. Olay her yerde duyulur. Dedikodu Yusuf'un da kulağına gelince Yusuf köye döner.
Yusuf, köye gelince feci durumu gözleriyle görür. Karısı kötü emellere alet olmaktadır. Şahende'yi, Şakir'i ve Kaymakam'ı öldürür. Karısı da ağır yaralanır. Karısını alıp şehrin dışına gider fakat karısı da ölür. Karısını bir çukura gömdükten sonra ortadan kaybolur.

KAYNAK:http://www.turkceciler.com/kitap_ozetleri/kuyucakli-yusuf.html

Bab-ı Esrar için dijital öykü hazırladım,umarım becerebilmişimdir ilk hazırlayışım..
Link:http://storybird.com/chapters/bab-i-esrar-1/?token=u368upzwv3


Güzel bir Sabahattin Ali sözü...

SABAHATTİN ALİ

    25 Şubat 1907'de bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Gümülcine kazası Eğridere köyünde doğdu. Öğrenimini Balıkesir ve 1927'de İstanbul Muallim Mektebi'nde yaptı. Yozgat'ta öğretmenliğe başladı. Maarif Vekaleti'nin açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya eğitime gitti. Postdam ve Berlin'de öğrenim gördü. Yurda dönüşünde Aydın'daki bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine atandı. Bu görevdeyken okulda "yıkıcı propaganda" yapmak suçlamasıyla 3 ay tutuklu kaldı. Konya'ya atandı. 1932'de okuduğu bir şiirde Mustafa Kemal'i eleştirdiği suçlamasıyla yine gözaltına alındı. Sinop ve Konya cezaevlerinde bir yıl yattı. Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanarak salıverildi.
Maarif Vekaleti Talim Terbiye Dairesi'nde, Neşriyat Müdürlüğü'nde çalıştı. Ankara'da Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda çevirmenlik, öğretmenlikdramaturgluk yaptı. 1945'te bakanlık emrine alındı. 1946'da işsiz kaldığı dönemde Aziz Nesin'le birlikte "Marko Paşa" dergisini çıkarmaya başladı. Yayın yoluyla hakaret suçlamasıyla 3 ay hapse mahkum edildi.
Serbest kalınca bir kamyon alarak taşımacılığa başladı. Sürekli izlenmekten, yargılanmaktan tedirgin olduğu için yurtdışına kaçmaya karar verdi. Kırklareli üzerinden Bulgaristan'a geçmek istedi. 2 Nisan 1948'de yurt dışında çıkmak için anlaştığı, kendisine kılavuzluk yapan Ali Ertekin tarafından, Bulgaristan sınırı yakınlarında Sazara köyü civarındaki ormanda öldürüldüğü iddia edildi. Mezarının nerede olduğu kesin belli değil.
Yazmaya Balıkesir'de yayınlanan "Çağlayan" dergisinde 1925'te yayınlanan şiirleriyle başladı (Bazı kaynaklara göre "Irmak" dergisinde). Yedi Meşale, Resimli Ay, Varlık gibi dergilerde yayınlanan şiirleri, öyküleri, yazılarıyla tanındı.
Cumhuriyet döneminin ilk yılarındaki gerçekçi edebiyat akımının öncüsü oldu. İlk toplumsal gerçekçi öyküleri "Resimli Ay" dergisinde yayınlandı. Şiirler, hikâyeler, romanlar yazdı, çeviriler yaptı.
Asıl ününü öykü ve romanlarıyla kazandı. Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırdı. Konularını toplumsal eşitsizliklerden aldı. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirdi. Aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirdi. 1937'de yayınlanan "Kuyucaklı Yusuf" romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başardı.

KAYNAK:http://www.turkceciler.com/sabahattin_ali.html

22 Mayıs 2015 Cuma

ilk sorunun cevabı:

Onlarınki yedi yüz yıldır dillere destan bir aşktı.Beşeri aşktan öte,cüzzi aşka ulaşmadaki en önemlşi basamaktı.İkisi bir elmanın iki yarısı gibiydi.Şems kendini Mevlana'yla Mevlana kendini Şems'le tamamladı.İkisi beraber keşfettiler hayatın anlamını.İki mürşid Allah yolunda birbirlerine yoldaş oldular.Kitaptada olaylar bu aşkın çevresinde dönmekteydi Diledi Tebrizi Allah'tan başı pahasına "Göster bana gizli sevgililerinden birinin yüzünü Ya Rab!"Allah duasını kabul etti verdi gönlünün istediğini Tebrizi'ye,gösterdi Mevlana Celaleddin Rumi'nin yüzünü ona.Mevlana benliğini keşfetti Tebrizi'yle.Allah bu iki üstadı bir araya getirerek bir çok insanın yolunu bulmasını.onları örnek almasını sağladı.Aradan binlerce yıl bile geçse nasıl Allah'ın elçisi Hz.Muhammed ve damadı Hz.Ali'nin ilişkisi hafızalara kazındıysa Mevlana ve Tebrizi ikilisi de belleklerimizde öyle yer edecektir.


İki bilinmeyenli bir denklem Mevlana ve Şems ilişkisi..
-Mevlana, Şems'le karşılaşıncaya kadar nasıl biriydi? 

-Mevlana maddi ve manevi açıdan son derece bilgili; fizik, kimya, biyoloji, psikoloji konusunda muazzam derinlikte bilgilere sahip biri. Bu arada İslam'ın beklediği fıkıh, astronomi, kelam, Kuran gibi konularda da o dönemin en bilgili kişisi.

Şems'le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti ama Mevlana olmayacaktı.

ALLAH'ı ilimle bilmek seviyesinde olacaktı ki; bu Hz. Musa'nın seviyesidir. Mevlana, Şems'le karşılaşmasa; Musa olarak kalacaktı, İsalığa geçip, Muhammediliğe tekamül edemeyecekti.

-Peki ya Şems? 
-Şems bir derviş, maddi bilimlerden çok, ledün dediğimiz, keşifle elde edilen, yani ALLAH'ın yarattığı manaların iç yüzünü görerek elde edilen, keşfi bilgiye sahip biriydi. Dolayısıyla Şems, Mevlana'yı ihtiyacı olan bütün bilgileri görme seviyesine ulaştırmak üzere yollanmış gibi. Zira kendi Şeyhi de Şems'i yollarken, "Seni bir ALLAH sevgilisine göndersem, aradığın her şeyi O'nda bulsan, o zaman O'na başını verir misin?' diyor, yani Şems bilerek geliyor oraya.

-Şems-i Tebrizi, gönderildiği kişinin Mevlana olduğunu nereden biliyor ya da Mevlana beklediği kişinin Şems olduğunu?


-Karşılaştıkları anda Şems'in sorusu çok önemli; "Bende Hak tecellisi var diyen biri mi üstün, yoksa peygamber gibi seni ALLAH'ım layıkıyla bilemedim, diye kendi aczini, hiçliğini belirten biri mi üstün?" Bu soru şu demek; "Ya Mevlana her şeyi biliyorsun da, ben doydum artık istemiyorum mu dedin? Yoksa doyamıyorum, bana öğret mi diyorsun?" İşte bu soruyla karşılaşınca Mevlana, anlıyor işin hikmetini.

Diyor ki; "Peygamber daha üstün, peygamber daha doyamadı ALLAH'a, ben de doyamıyorum, gel öğret," diyor.

-Şems, Mevlana'ya ne yapıyor da bu kadar etkiliyor? 
-Hz. Şems, Mevlana'ya bütün öğrendiği şeylerin iç yüzünü göstermeye başlıyor. Düşünün ki; senelerce Kafka okumuşsunuz, Kafka'yı çok iyi bildiğinizi sanırsınız, ama bir edebiyat öğretmeni gelir ve Kafka'ya bakmak için size ipuçları verir, bu ipuçlarından sonra tüm Kafka'nın manası size derin bir şekilde açılır. İşte Şems'in Mevlana'ya yaptığı buydu. Mevlana aç ve doymayan bir öğrenciydi. Daha çoğunu isteyen biriydi. Şems ona gösteriyor, açıyor, ipucu veriyor, o ipuçlarından ALLAH'a varmanın, adeta problem çözmenin, adeta görmeden görür hale geçmenin zevkiyle, Mevlana Şems'e bağlanıyor. O kadar çok bağlanıyor ki, hayatının merkezi haline getiriyor.

Üç sene kadar, gidip gelen bir beraberlikleri var, arada çok dedikodu olduğu için Şems, Şam'a gidiyor, Mevlana çok yalvardığı için dönüyor.

Çünkü daha istiyor Mevlana, bitmemiş, doymamış... Daha öğrenmek ihtiyacı içinde.

-Nasıl dedikodular bunlar? 
-İnsanlar Mevlana'ya alışmış, kalabalıklar halinde O'na ihtiyaçları var. O'ndan devamlı bir feyiz almaya çalışıyorlar. Hiç tanımadıkları bir adam geliyor hocalarını alıy
-Mevlana bu arada ne yapıyor? 
or. Şems katiyen kendini açmamış, sadece Mevlana ve oğlu Sultan Veled için açmış. Mevlana "Edepli insan edepsizin sıkıntısına tahammül eden insandır," diyor. Şems o üç senede edepsizlere tahammül ederek Mevlana'yı eğitmiş, geceleri de Sultan Veled'i eğitmiş. Daha sonra Mevlevilik tarikatının nasıl kurulması gerektiğini yazdırarak anlatmış ve öğretmiş. Tarikatın bir anlamda fikir babası ve kurucusu Şems oluyor.


-Mevlana'nın çevresindeki insanlar Şems'in varlığından rahatsızlar mı?

-Mevlana çok başka bir dünya içinde, Mevlana ALLAH aşkına dalmış, sema ediyor, şiir söylüyor, konuşuyor, anlatıyor. Onun sistem kuracak hali yok, tamamen dağılmış vaziyette.

-Çok rahatsızlar, kıskanmaya başlıyorlar; "Biz hocamızı göremiyoruz, birisi geldi, hocamız O'na esir oldu, hocamızı göremiyoruz ve hocamızla beraber olamıyoruz, Mevlana devamlı O'nunla olmak istiyor ve öğrencileriyle olmak istemiyor, her şeyi terk ediyor," diyorlar. Şems, Mevlana'nın kitaplarını dağıtıyor, "Bu maddi ilimde bulduklarının hepsini unutacaksın, ben sana işin hakikatini göstereceğim, bu bir birikimdi bana gerekti ama şimdi bunlar bitti," diyor.

Mevlana'nın bu hazırlık dönemi: Kendisinin en bilgili dönemini 'hamdım' diye değerlendirmesi, hocamla 'piştim' diye anlatması ve O'nun gidişiyle 'yandım' diye değerlendirmesi var.


-Şems hep geri planda, peki Mevlana'dan daha mı üstün? 

-Nasıl diyebiliriz ki? İkisi de aynadaki görüntüler, aynı mana, aynı tecelli, birbirlerini uyandırmışlar, mesele burada. Böyle bir üç seneleri olmuş, Mevlana, Şems'in gitmeye meyilli olduğunu hissettiği için, Şems'e çok âşık olan, çok kıymetli kızı Kimya Hatun'la evlendirmiş. Ama Şems vazifesini biliyor, Kimya Hatun, Şems'e çok âşık oluyor, bir süre sonra bu aşkla veremden ölüyor, Şems'in gidişi bu ölümden hemen sonraya rastlar.

-Şems-i Tebrizi'nin öldürüldüğü doğru mu? Bu bir cinayet mi? 
-Tarihi gerçeğinde bu katiyen bilinmiyor. Bir kan bulunduğu, kuyuya attıkları söyleniyor. Şems'in kanın bulunduğu söylenen yerde, Büyük Mutasavvıf Eva Meyerovitch, ilk defa titreme hissettiğini, Şems'in orada bulunduğunu söyledi. Tarihi hakikat bir sır, kim öldürmüş, öldürtmüş mü, bu kışkırtışta Mevlana'nın oğlu Alaaddin Çelebi'nin parmağı var mı? Çünkü Alaaddin Çelebi'nin babasıyla yakınlığından dolayı Şems'i kıskandığı söyleniyor. Hatta Alaadddin Çelebi'nin Kimya Hatun'a âşık olduğu söyleniyor. 

-Şems'in gidişi ya da öldürülüşü Mevlana için çok önemli bir aşama yani...- Şems biliyordu, "Şu anda benle görüyor, zannediyor ki ben olmazsam göremez, halbuki tüm güzellikler kendi içinde O'nun, kendi güzel, ben aradan vücudumu çekeyim ki; o aynı hakikati kendinde bulsun diye," kendi vücudunu aradan çekişidir bu kayboluş. Bir mürşit bunu mutlaka yapmalıdır. O zaman mürit, mürşide tapar, insana tapmış oluruz.

Mevlana bu noktaya geldi. Bu işin başıdır, fakat tapma derecesine gelmesin diye mürşit kendini aradan çeker. Şems'in yaptığı budur.

Şems, Mevlana'yı yıktı, yok etti, var etti ve bıraktı, gitti. Manevi açıdan Şems'in ortadan kayboluşu ise, Mevlana'nın Şems'in aynasında seyrettiği ALLAH'ını, artık kendi aynasında görmeye başlaması için şarttı.

-Şems'ten sonrası nasıl geçti Mevlana için? 
-Mevlana, Şems kaybolduğu için çok ızdırap çekti. Burada çekilen ızdırap bir arkadaşın, bir dostun kaybı değildir, bir öğrencinin öğretmeninin manasını artık seyredemeyeceğinin ızdırabıdır. Uzun süre yemek yemediğini biliyoruz, zaten çok zayıf biriydi. Çok acı bir devre geçirmiş, birkaç sene böyle geçmiş sonra kendini halka adamış. O birkaç sene içinde Zerkubi çıkıyor karşısına, Zerkubi'yi baş köşeye oturtmaya başlıyor, uzun süre O'nun varlığı Mevlana'yı anlatmaya, öğretmeye itiyor. Daha sonra Hüsamettin Çelebi, "Bir kitap yazsanız," diyor. Mesnevi'nin ilk 18 bin beyitini yazıyor. 

-Mevlana ve Şems'in ilişkisini eşcinsellik olarak yorumlayanlar var...-Aklınız cinsellikteyse böyle bir yakınlığı cinsellikle değerlendirirsiniz.

Böyle öğretmen-öğrenci ilişkisini yaşayan biri olsaydı böyle bir düşünceye tenezzül bile edilmezdi. Ben kimseyi suçlayamam, Mevlana yasaklamıştır suçlamayı. Demek ki böyle düşünenlerin kafası ancak bu kadarına erebiliyor.

ALLAH böyle düşünenlerin izanını açsın, anlasın. Herkes bu yakınlığı kendi bakış açısıyla değerlendiriyor. Onun için bu kişilere Mesnevi'yi okumalarını tavsiye ediyorum, o zaman akıllarında böyle bir düşünce ya da şüphe kalmaz.

-Mevlana'ya popülist yaklaşımı nasıl yorumluyorsunuz? 
-O kadar herkese 'Gel,' demiş ki, herkes geliyor 'O, benim' diyor. İranlısı geliyor, Amerikalısı geliyor 'Benim,' diyor. Tüm sufi görünen kişiler sakalı, bıyığı birbirine karışmış kişiler 'Mevlanacıyım,' diyor.

Sağ olsun Madonna, Mevlana'dan alıntılar yapıyor. Çünkü Mevlana buna izin vermiş. Mesnevi'ye bakıp hayvan hikâyesi gören var, aşk hikâyesi gören var. Batı Mevlana'yı sadece sevmiş, idrak edecek bilgisi ve kapasitesi yok, profesörler hariç, Amerikan ve İngiliz üniversitelerinde tasavvuf konusundaki eğitim bizden çok üstün. Onlar halk olarak aşk şiiri okur gibi okuyorlar manasını idrak etmek yine bize düşüyor. Buda'ya çok saygım var ama o tasavvuf bizimkinin yanında ilkokul seviyesi.



(Sabah Gazetesinde Cemalnur Sargut ile yapılan sohbetten alıntı)

Bab-ı Esrar Karakter Analizi

Öncelike ilk kitabımızın karakterlerine bir göz atalım:

Karen Kimya Grenwood:Yarı İngiliz yarı Türk bir sigorta eksperidir.Babası Konyalı bir mevlevi olan Poyraz Efendi onu ve annesini uzun yıllar önce terk etmiştir.Yıllar sonra Karen'ın yolu Yakut Otel yangınını araştırmak için babasının memleketi olan Konya'ya düşer.

Mennan Fidan:Miss Karen'ın çalıştğı sigorta şirketinin Konya yetkilisidir.İmam Hatip Lisesi mezunu,misafirperver ve iyi bir aile babasıdır.

Ziya Kuyumcuzade:Yanan Yakut Otel'in sahibi,hırslı ve kurnaz bir iş adamıdır.Eski bir mevlevi olan babasıyla karakterleri o kadar zıttır ki babası ona mirasını bile bırakmaz.

Komiser Zeynep:İstanbul'dan yeni atanmış cinayet büro amiridir.Her zaman kibar ve yardımseverdir.

Nigel:Karen'ın uzatmalı siyahi kalp cerrahı  sevgilisidir.Keyfine düşkün ve sorumluluk almayan bir tiptir.Mevlana'ya oldukça ilgilidir.

Poyraz Efendi:Karen'ın babasıdır.Konyalı bir mevlevi olan Poyraz Efendi,mürşidi Şah Nesim ile yıllar önce Londra'dan ayrılıp Pakıstan'a yerleşmiştir.

Serhat Gökgöz:Zıya'nın yanında güvenlikçi görünüşünde çalışan eski bir sabıkalı ve çete üyesidir.

Kadir Gemelek:Mennan'ın çocukluk arkadaşı olup yangın sırasında yaralı kurtulan tek bağımsız şahittir.Akıl sağlığı bozuk göründüğü için ifadesi onaylanmaz.

İzzet Efendi:Ziya'nın babası olup eski bir mevlevidir.Poyraz Efendi'ninde çocukluk arkadaşıdır.Oğlu ile çoğu zaman çatışmaktadırç

Susan:Karen'ın annesi asi ruhlu eski bir hippidir.Belirli bir inancı olmamasına rağmen tüm inançlara saygı duyar.Türk kültürüne büyük ilgi duyar.

Bİr sonraki yazımda Mevlana Celaleddin Rumi  ile Şems-i Tebrizi ilişkine değineceğiz..
İLK KİTABIMIZ;BAB-I ESRAR

,


Bab-ı Esrar

Bab-ı Esrar
Ahmet Ümit

Edebiyatımızın son zamanlarda en ünlü isimlerinden biri olan Ahmet Ümit'e ait bu müthiş roman, polisiyeyi ve hayal gücünü mükemmel bir uyum içerisinde birleştirmiş. İnsanın okumaktan kendini alamadığı bu roman, her ne kadar basit bir soruşturma üzerine kurulmuş gibi görünse de, olay içinde olay anlatımının doruğa ulaştığı kitabı okurken Ahmet Ümit'in dili kullanma becerisine hayran kalmamak elde değil.Bu özelliği, aynı zamanda kitaba oldukça gizemli bir hava katıyor. Kitabın adı da zaten bu gizemlilikten geliyor: "Sırlar Kapısı". 

Kitabın Kahramanları ve Konusu
Kitabımızın baş kahramanı Karen Kimya Greenwood adında bir İngiliz sigorta uzmanıdır. Karen'ın babası Poyraz Efendi, Konyalıdır ve eski bir Mevlevi dergahı üyesidir. Susan adındaki bir İngiliz kadınına aşık olmuştur. Sonra beraber Londra'ya gitmişler ve bir kızları olmuştur. Karen'ın göbek adı Kimya ise Mevlana'nın evlatlık kızı Kimya Hatun'dan gelmektedir. Karen daha küçükken Poyraz Efendi, bir daha haber alınamamak üzere ortadan kaybolmuştur ve şu anda Pakistan'da yaşadığı tahmin edilmektedir. 
Kitaptaki olayların çıkış noktası, Karen'ın, Konya'daki bir otel yangınını araştırması için Konya'ya gönderilmesidir. Bu otel yangınıyla bağlantılı kahramanlar, sigorta şirketinin Konya temsilcisi Mennan, otelin sahibi ve bağlı olduğu turizm şirketinin yöneticisi Ziya Bey, şüpheli güvenlik görevlisi ve eski bir sabıkalı olan Serhad, diğer bir sabıkalı ve şüpheli şoför Cavit, Karen'ın İngiltere'deki müdürü Simon ve yangına şahit olmuş temizlik görevlileri Kadir'den ve Nezihe'den oluşmaktadır. Bu kahramanların yanında, Karen'ın nişanlısı ve karnındaki bebeğin babası Nigel, Ziya Bey'in, aynı zamanda Mevlevi olan babası İzzet Efendi, Karen'ın hayali çocukluk arkadaşı Sunny, Karen'ın çantasını çalan ve ardından öldürülen hırsız Solak Kamil ve bu hırsızlığı araştıran Komiser Zeynep ve Komiser Ragıp gibi başka kahramanlar da sayılabilir.
Kitapta, bütün bu olayların yanında, Konya'ya geldiği gün, siyahlı bir adamın Karen'a gizemli bir yüzük vermesiyle başlayan, tamamıyla Karen'ın hayal dünyasına ait olan başka bir olaylar bütünü daha yer almaktadır. Bu olaylar bütünü çerçevesinde, kitabın çeşitli bölümlerinde, Mevlana ve onun akıl hocası Şems-i Tebrizi'nin ilahi aşkları anlatılmakta; bu noktada Karen, rüyalarında, Şems-i Tebrizi'nin gözünden, 700 yıllık bir aşka şahit olmakta; aynı zamanda Şems-i Tebrizi ve Mevlana'yı tanımaktadır. Hatta bu olaylar gerçekle bağdaştırıldıklarında ortaya çıkan tesadüfler, Karen'ın kafasını bir hayli karıştırmaktadır. Bu olaylar bütünü çerçevesinde anlatılan karakterler Şems-i Tebrizi, Mevlana, Mevlana'nın evlatlık kızı Kimya Hatun, karısı Kira Hatun, büyük ve daha olgun oğlu Bahaeddin Veled ile küçük ve daha az terbiyeli oğlu Alaeddin Çelebi'dir.
Kitaptaki olayların çıkış noktası, Konya'da bir otel olan Yakut Otel'in yanmasıdır. Karen'ın çalıştığı uluslararası sigorta şirketi, Karen'ı, bu otel yangınını soruşturması için Konya'ya göndermiştir. Çünkü savcılık raporuna, olayın bir kaza olarak geçmesinden dolayı sigorta şirketi, otelin sahibi İkonion Turizm'e 3 milyon Pound ödemiştir. Fakat sigorta şirketi, otel yangınının kaza değil, kundaklama olduğu düşünmektedir. Eğer sigorta şirketinin bu düşüncesi doğruysa İkonion Turizm, sigorta şirketine 3 milyon Pound'u geri verecektir.
Kitap, Karen'ın uçağının Konya'ya inmesiyle başlar. Onu havaalanından alan, sigorta şirketinin Konya temsilcisi Mennan Fidan, son derece uysal ve sakin bir adamdır. Mennan, Karen'ı oteline bırakacaktır. Fakat yolda, Mennan'ın arabasının lastiği patlar ve Mennan, lastiği değiştirmek için kolları sıvar. Bu sırada, Karen arabada indiğinde, yoldan geçen siyahlar içinde gizemli bir meczup, Karen'a gizemli bir yüzük verir. Ardından bu siyahlı adam kayıplara karışır. Karen için tuhaf olayların başlangıcı niteliğindeki bu yüzük, artık Karen için, Konya yolculuğunu sıradan bir yolculuk olmaktan çıkaracaktır.
Karen, otele gittiğinde, odasındayken bir sesin ona "Kimya...Kimya Hanım..." diye seslendiğini duyar ve sesin kaynağını arar. Balkondan dışarı baktığında ise, siyahlı adamın aşağıda, ona bakmakta olduğunu görür. Bu gördüğünden çok korkan Karen, odasında uyuyakalır. Rüyasında, odasının duvarında buz mavisi bir kapı vardır. O kapıdan geçince, karşısında yine o gizemli siyahlı adamı bulur. Siyahlı adamla Allah arasında geçen bir konuşmaya tanık olur tanık olur:

"Ey göğü ve yeri yaratan, ey olmazı olur kılan... Kendi gizli sevgililerinden birinin adını bana söyler misin?”
“İstediğin can, herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş, Belhli Sultanü’l-Ulema Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin’dir.”“Ey umutların umudu, ey varlığımızın kutsal ışığı. O sevgilinin mübarek yüzünü, Muhammed Celaleddin’in suretini bana gösterir misin?”
“Buna teşekkür borcu olarak ne verirsin?” 
“Başımı!”
“Mana budur işte. Aşk budur. Aşkın tek bedeli vardır, o da candır. Ölümle kutsanmayan aşk, aşk değildir. Bundan böyle Baha Veled’in oğlu Muhammed Celaleddin sana helaldir. Git ve onu bul. Git, onu bul, ama bize verdiğin sözü de unutma.”

Bu tuhaf olaylara anlam veremeyen Karen, artık aklını kaybettiğinden korkmaya başlar ve bunlara bir anlam verme çabası içine girer. Ertesi gün Mennan ile birlikte İkonion Turizm'in yöneticisi Ziya Bey'in ofisine görüşmeye giden Karen, Ziya Bey'in ondan bir şeyler sakladığını sezer ve yangının şahitleriyle bizzat görüşmek ister. Bu arada, Ziya Bey'in babasının da kendi babası gibi Mevlevi olduğunu öğrenen Karen, onunla da görüşmek istediğini dile getirir. Ziya Bey, Karen'ın isteklerini kabul eder. O sırada Karen'ın parmağından kan akmaya başlar ve Ziya Bey, Karen'ın parmağının kanadığını zanneder. Fakat gerçekte, Karen yaralı değildir, önceki gün aldığı yüzük, tuhaf bir şekilde "kanamaya" başlamıştır. Olanlara yine anlam veremeyen Karen, parmağını ve yüzüğü yıkadıktan sonra, Yakut Otel'in yıkıntıları arasında, yangının tanıkları Serhad ve Nezihe ile görüşmeye gider.Görüşme sırasında sık sık ondan bir şeyler saklandığını sezen Karen, maalesef görüşmeyi istediği gibi bitiremez. Çünkü Serhad ve Mennan'ın araları bozuktur ve görüşme sırasında kavga ederler. Karen, mecburen geri döner.
Karen, akşam yemeğinde yediği fırın kebabından sonra, Konya sokaklarından geçerek otele giderken, bir hırsız, Karen'ın çantasını, Şems-i Tebrizi ve Mevlana'nın Konya'da buluştukları nokta olan Merec-el Bahreyn'de çalıp kaçar ve Karen bayılır. Bayıldığında gördüğü rüyada, Şems-i Tebrizi'nin gözünden, Mevlana ile Şems-i Tebrizi'nin buluşmalarına tanık olur. Uyandığında ise bir hastanede yatmaktadır. Çantasının, içindeki her şeyle kayıplara karıştığını da orada öğrenir. Çaresiz otele uyumaya gider.
Karen, bu sefer rüyasında, Şems-i Tebrizi'nin bedeninde, Mevlana'nın evindedir. Bu iki büyük insanın aralarındaki büyük aşka bir daha tanık olan Karen, uyandığında gece yarısıdır ve polisler kapısını çalmaktadır. Kapıyı açınca karşısında, tipik Türk erkeği görüntüsündeki Komiser Ragıp ve sakince kenarda bekleyen Komiser Zeynep'i bulur. Bu iki polis memuru, Karen'a, çantasının bulunduğunu ama pasaportunun hala kayıp olduğunu, hatta çantasını çalan hırsızın cesedinin bulunduğunu söylerler. Karen polislere, sabah karakola gelip eşyalarını alacağını söyledikten sonra Mennan Karen'ı arar ve hemen buluşmak ister. Sonra otel lobisinde buluştuklarında Mennan'ın Şems-i Tebrizi hakkında anlattıkları Karen'ın kafasını iyice karıştırır. Öyle ki Mennan, Şems-i Tebrizi'nin ona yardım etmekte olduğunu iddia eder. Karen, Mennan'ın söylediklerine inanmasa da, bu tesadüfler, kafasını iyice karıştırmıştır.
Odasında küveti dolduran Karen, küvette uyuyakalır ve rüyasına, çocukken, kendi kafasında kurduğu, hayal ürünü arkadaşı Sunny girer. Fakat tuhaflık yine Karen'ın peşini bırakmaz ve Sunny onu Şems-i Tebrizi'nin yanına götürür. O sırada Karen uyanır ve onun için gün başlamıştır. Mennan ile birlikte karakola giderler ve Karen, eşyalarını alır. Bu arada cinayetin detaylarını öğrenirler. Hırsız, eski sabıkalı Solak Kamil'dir. Cinayet işlenirken, Solak Kamil'in sol eli kesilmiş, sonra Solak Kamil, kesik eli ağzına sokulmak suretiyle boğulmuştur, cesediyse Merec-el Bahreyn'de bulunmuştur. Bu cinayeti fanatik dinci bir grubun işlediği düşünülmektedir. Bu arada Karen, Yakut Otel yangınının da araştırılmasını ister ve karakoldan ayrılırlar. Ardından Karen ve Mennan, yangının, akıl sağlığını yitirmiş olduğu iddia edilen şahidi Kadir ile görüşmeye giderler. Kadir, yangının kundaklama olduğunu, iki itfaiye giysili kişinin yangını çıkardığını anlatır. Bu duyduklarından sonra şüphelenmekte haklı olduğunu anlayan Karen, İzzet Efendi ile buluşmak için Ziya Bey'in ofisine gidecektir; fakat daha erken olduğu için Mevlana Türbesi'ni gezmeye gider. Ancak parmağındaki yüzük orada da kanar ve başına iş açar. Otele gelen Karen, buluşmaya zor yetişir.
İzzet Efendi, Ziya Bey'in ofisine, sağlık problemlerinden dolayı gelemez. Ama Karen, fırsatı kaçırmaz ve diğer tanıklar olan Serhad ve Cavit ile görüşür. Şüphe uyandıran tavırlarının devamı üzerine, Karen, her ne kadar kanıtlayamasa da, artık yangının kundaklama olduğundan emindir.
Ziya Bey'in ofisinden çıkıp İzzet Efendi'nin evine giden Karen, babası hakkında bilgi edinmek istemekte, fakat Mevlevi düşünce tarzından yoksun olduğu için İzzet Efendi'yi anlamakta güçlük çeker. Bu arada Karen, İzzet Efendi'ye kanayan yüzüğü sorar ve İzzet Efendi ona, Şems-i Tebrizi'nin "Makalat" adlı kitabından istediğini öğrenebileceğini söyler. Ardından Komiser Zeynep onları karakola çağırır. Apar topar karakola gittiklerinde Komiser Zeynep, Karen ve Mennan'ın, Serhad ve Cavit hakkındaki düşüncelerini öğrendikten sonra onları da araştırmaya karar verir. Artık onlar da şüphelidir ve evleri aranacaktır.
Mennan'ın sahaf bir arkadaşı sayesinde Makalat'ı bulurlar ve Karen kanayan yüzüğün hikayesini okur. Hikayede, yüzük taşının, bir dervişin semaya çıkamamaktan düğüm olmuş kalbi olduğu yazmaktadır. Her ne kadar hikaye ilginç gelse de, çok uykusu olan Karen,  rüyasında, Şems-i Tebrizi'nin, Mevlana'nın kızı Kimya Hatun'u öldürüldüğü görür ve uyanır. Sonra balkondan dışarı bakınca, hayali çocukluk arkadaşı Sunny'nin aşağıda onu beklediğini görür ve onun yanına iner. Sunny ondan kaçınca Karen, onu bir mezarlığa kadar kovalar. Orada Sunny, Şems-i Tebrizi'ye dönüşür ve Karen, ona, Kimya Hatun'u niçin öldürdüğünü sorar. Şems-i Tebrizi, Karen'a hakikati görmediğini, mantık içinde hapsolduğunu ve onun ona gösterdiklerini yorumlayamadığını söyleyerek Karen'ın kafasında daha da fazla soru işareti bırakır.
Sabah olup güneş doğduğunda odasına dönen Karen'a, pasaportunun bulunduğu haberini Komiser Zeynep verir ve bunun üzerine Karen, Mennan ile birlikte karakola giderler. Orada, Serhad ve Cavit'in tutuklanmış olduğunu görürler. Her ne kadar pasaportu bulunmuş ve Serhad ve Cavit'in eski sabıkalılar olduğu, hatta Solak Kamil ile bağlantıları olduğu öğrenilmiş olsa da evlerinde hiçbir kanıt bulunmadığını söyleyen Komiser Zeynep'in yapabileceği başka bir şey yoktur. Bu yüzden, artık Karen'ın Konya'daki işi bitmiştir ve Londra'ya dönecektir.
Karakoldan çıkınca Karen, İzzet Efendi'nin ilerleyen saatlerde Mevlana Müzesi'nde olacağını öğrenir. Ardından Ziya Bey ile, ziyareti sonuçlandırmak için son bir kez görüşme isteğinde bulunur ve onunla da günün ilerleyen saatlerinde buluşmak için anlaşırlar. Artık Karen birkaç saatliğine yalnızdır. Bu fırsatı kaçırmaz ve Şems-i Tebrizi Camii'ne gider. Orada, yine Şems-i Tebrizi'nin bedeninde hayallere dalar. Gördüğü manzara, şu ana kadarkilerin en korkuncudur. Mevlana'nın oğlu Alaeddin Çelebi'nin de olduğu yedi kişilik bir grup, Şems-i Tebrizi'nin kapısını çalar. Şems-i Tebrizi'nin karşısındaki yedi bıçak, onun ölüm fermanıdır.
Uykusundan uyanan Karen, apar topar camiden çıkar ve İzzet Efendi'yle buluşmak üzere Mevlana Türbesi'ne gider. İzzet Efendi'ye, babasının onu neden terk ettiğini anlamak için, Mevlana ve Şems-i Tebrizi'nin aşkları üzerine sorular sorar ve "hakikat" hakkında biraz daha fikir sahibi olur.
Mevlana Türbesi'nden çıkıp otele giden Karen'ı, otelin kapısının önünde Ziya Bey yakalar ve arabasına alır. Şoför koltuğunda Cavit'i gören Karen, arabaya binmekle hata yaptığını anlar fakat iş işten geçmiştir. Ziya Bey, her ne kadar Yakut Otel yangınının kundaklama olduğunu bizzat söylese de, Karen'ın, sağanak yağmurda tam gaz araba süren Cavit'ten ve onu tehdit edercesine sorgulayan Ziya Bey'den kaçışı yoktur. Sonra ansızın arabanın karşısına, Konya'ya geldiği gün Karen'a kanayan yüzüğü veren siyahlı adam, yani Şems-i Tebrizi çıkar. Onu ezmekten korkan Cavit freni kökleyince, araba havada taklalar atarak yere düşer. Neyse ki Karen'ın başına bir şey gelmemiştir fakat Cavit ve Ziya Bey orada ölmüşlerdir.
Karen, hastanede gözlerini açmadan önce, Şems-i Tebrizi'nin, bir elinde Ziya Bey'in kesik kafasını, diğer elinde kanlı bir kılıç tuttuğunun hayalini görüp, uyandığında bunları dile getirince, hastanedekiler Karen'a sakinleştirici verirler ve Karen yine uykuya dalar. Rüyasında, Şems-i Tebrizi, Karen'a babasını gösterir. Babası, Karen'ın hasretinden semaya kalkamamaktadır. Kanayan yüzüğün sırrı ise, Karen'ın semaya kalkamayan babasının kalbidir. Küçük kızını görünce Poyraz Efendi, her ne kadar kalbindeki düğüm çözülmüş olsa da, ilahi aşka ortak koştuğu için Allah'tan kızının değil, onun canını almasını ister. Ardından Poyraz Efendi semaya kalkar ve rüya biter. Bu sırada Karen, babasının gerçekten öldüğü haberini, onu arayan annesinden alır. Babasının ölümünü kabullenen Karen, artık 3 milyon Pound'u Ziya Bey'in tek akrabası olan İzzet Efendi'ye bırakmaya, eve dönmeye ve bebeğini doğurmaya hazırdır.

Kaynak:http://brkytckitap.blogspot.com.tr/p/bab-esrar.html


AHMET ÜMİT

AHMET ÜMİT

 Yazarımız 1960 yılında Gaziantep'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu kentte tamamlayıp 1983 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirmiştir. İlk öyküsünü de bu yılda yazmıştır.
1985-1986 yılları arasında Moskova Sosyal Bilimler Akademisi'nde eğitim gören Ahmet Ümit, yazın yaşamına öyküyle başladıysa da ilk yapıtı 1989 yılında yayımlanan "Sokağın Zulası" adlı şiir kitabı oldu.
1990 yılında bir grup edebiyat tutkunuyla birlikte Yine "Hişt" adlı kültür-sanat dergisini çıkarmış,Şiiröykü ve yazılarını Adam Sanat, Yine Hişt, Öküz ve Cumhuriyet Kitap dergileri ile Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımlanmıştır.
1992 yılında yayınlanan ilk öykü kitabı "Çıplak Ayaklıydı Gece", aynı yıl Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü'nü aldı. Bu kitap Ahmet Ümit'i yazın dünyamıza tanıtan ilk kitap olma özelliğini de taşır.
1994 yılında ATV için çekilen "Çakalların İzinde" adlı polisiye dizinin öykülerinin ve senaryosunun yazılmasına katkıda bulundu. Ardından da 1995'te Ahmet Ümit, çeşitli gazete ve dergilerde Franz KafkaDostoyevski, Patricia Highsmith, Edgar Allan Poe ve polisiye roman yazarları üzerine inceleme ve tanıtım yazıları kaleme aldı. Kitaplarının tümünde var olan gerilim duygusu ise "Sis ve Gece" adlı polisiye romanında kendisini tümüyle dışa vurdu. Sis ve Gece Türkiye'de yankı uyandırdı, tartışmalara yol açtı. Yunanistan'da yayımlanarak yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiye yapıtı unvanını kazandı. Ayrıca öykülerinden yola çıkılarak Uğur Yücel tarafından Karanlıkta Koşanlar ve Cevdet Mercan tarafından Şeytan Ayrıntıda Gizlidir dizileri yapılmış, Sis ve Gece adlı romanı 2007 yılında Turgut Yasalar tarafından sinemaya uyarlanmıştır.
kaynak:http://www.turkceciler.com/ahmet-umit.html
Merhabalar!

 Öncelikle hepiniz bloguma hoşgeldiniz!!Blogda  Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını. Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unu ve İhsan Oktay Anar'ın Efrasiyab'ın Hikayeleri ile ilgili çalışmalar yapacağım.Hoşunuza gideceğini umuyorum,iyi eğlenceler!